LAFINBÜYÜĞÜ…                                                                                        

 Lafı ve taşı gediğine koymak… Karacaoğlan’ın deyişiyle; “Tırnağın var ise başın kaşı; kimseden kimseye vefâ yoğ imiş.”… Bencillik ahtapot gibi her birimizi kuşatmış… Kendimizden başkaları için çabalamak masal olmuş… Dostlukta, sevgide, aile bağlarında, kısacası hayatın her alanında olması gereken tutarlılık, tutarsızlık hâline dönüşmüş… Kişiliklerimiz dedikodu ya da olay seviyesinde kalmış… Sadakatsizlik ve merhametsizlik ayyuka çıkmış… Derdimiz vefâkâr/vefâlı olmak mı, bivefâ/vefâsız olmak mı? Uyulması gereken ölçü: “(Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki) … Antlaşma yaptığı zaman (ahde vefâ gösterir) sözlerini yerine getirir…” (el-Bakara, 177)…  Tercihimize göre kişiliğimiz şekillenmekte… İhtiyacımız olan, kişiliğimizin fikir seviyesine ulaşabilmesi…

Lafın büyüğü, ahd, vaad, vefâ ve ahde vefâ… Kadim medeniyetimizde ahd (iki tarafın sözleşmesi), vaad (bir tarafın söz vermesi), vefâ (sevginin, dostluğun sürdürülmesi) ve özellikle ahde vefâ (verilen sözün yerine getirilmesi) mühim… Lâkin anlamayanlar için dilimizi, vefâsızlar için de yüreğimizi yormaya gerek yok… Kendimizle barışık olabilelim ki söylediğimiz lafı, akıl-kalp terazisinde tartabilelim… Lafımızı bilip de konuşabilelim… Lafımızın gereğini yerine getirebilelim… Birinin birçok hünerine, donanımına değil; “verdiği sözde duruyor mu, durmuyor mu?”  meziyetine öncelikle bakalım… İyi ve doğru niyetli olalım… Niyeti iyi olmayanların da var olduğunu hesaba katalım… Çok yakın bildiklerimizin vefâsız olabileceklerini, bizi arkadan vurabileceklerini bilelim… Tedbirli olalım; ilahî adalete iltica edelim… “Zulüm, ahde riayetsizlik ve hile denilen üç kötü haslet kimde varsa zararları yine kendisine dokunur.” (Hz. Ebu Bekir)…

Laf kırıntılarına itibar etmeden, lafı kırpmadan ve tırtıklamadan, hakkı suiistimal edenlere ve kem gözlere göz kırpmadan, gözümüzü budaktan sakınmadan, lafı eveleyip gevelemeden, dikleşmeden, dik duralım… Hakkı hak bilenlere itibar ve ittiba edelim (tâbi olalım); doğruyu çarpıtanlara ve laf üstüne laf koyanlara değil… İşimizi düzgün ve doğru yapalım; taş üstüne taş koyalım… Z kuşağının diline dolandırdığı ve ne yazık ki normalleşen vahim ifadeler: “oha, kanka, lan, geri zekâlı” vb. lafların bizi ifsad etmesine izin vermeyelim… Birbirimizle güzel ve nezih Türkçemizle laflayalım; iletişim kuralım… Dilimizde kasıtlı yapılan yozlaştırma hedefli, iletişimi yok eden gayretleri boşa çıkaralım… Laf olsun diye laf etmeyelim… Laf ağızdan çıkana kadar bize âit; çıktıktan sonra biz ona âitiz, tâbiyiz… Söylediğimizi kaydedelim, yazıya çevirelim… Bu, güvensizlik değil, söz verene ve sözü tutana, sözü dinleyene ve özellikle sözün yerine getirilmesinde önemli bir güvence… “Verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz sorumluluk gerektirir.” (İsrâ, 34)… “Ey îman edenler! (Söz verdiğiniz zaman) sözleşmeleri yerine getirin!” (Mâide, 1)… Verdiğimiz sözde duralım, verdiğimiz vaadi yerine getirelim… Vaadin yerine getirilmesi, toplumda hepimizi birbirimize yaklaştıran, birbirimizi sevmemizi sağlayan güven sigortasıdır… “İnsan bir ağaca benzer, kökü ahdinde durmaktır.”  (Hz. Mevlana)… Aceleyle maksadını aşan söz, ağzımızdan çıkmamalı… “Söz verirken acele etme, çünkü söz namustur.” (Hz. Ali)… Laf kalabalığı/laf-ı güzaf/dedikodu ve hâdiseler ile meşgul olmak yerine düşünce/fikir planında kalmak ve fikirlerimizi tatbik etmek gerek… Ne söylendiğimiz, sözü nasıl söylendiğimiz, sözü kime/neye söylediğimiz, sözü nerede söylendiğimiz önemli… Kendimize zarar geleceğini bilsek dahi, hakkı söylemeliyiz; sözümüzü tutmalıyız; haktan taviz vermemeliyiz; lafımızın arkasında durmalıyız… Haksızlık karşısında susmamalıyız; sözümüzü ayağa düşürmemeliyiz… Sırtımızda taş taşımalıyız, ama laf taşımamalıyız; haksızlık karşısında dilimizi eğirip bükmemeliyiz ve laf/söz cambazlığı yapmamalıyız… Laf salatası ile avunmayı bırakıp, kendimizi ve değerlerimizi kaliteli laf ile savunmalıyız… Söz, dinlenildiğinde, okunduğunda, öğrenildiğinde ve sözün gereği yapıldığında anlamlı…

Referansımız, kelâm ehli, sözünün eri olanlar olmalı… Lafın büyüğünü özümüze, lafın küçüğünü muhatabımıza söylemekte yarar var… Dilimizin kemiği yok, ağzımızın ayarı olmadan, akıl-kalp terazisinde tartmadan konuşmamalıyız, yoksa iletişim ‘illet işim, ağrır dişim’ hâline döner… Lafın büyüğünü söylemek, evin ve bulunduğumuz yerin küçüğüne düşmez… Muhatabımıza büyük laf etmeden önce, dönüp kendimize bakmak gerek… “Bildiği hâlde susmak, bilmediği hâlde konuşmak kadar çirkindir.” (Hz. Ali) ölçüsüne uymak en güzeli… Nasıl ve ne zaman konuşulması gerektiğini bilmek ve nasıl ve ne zaman susulması gerektiğini bilmektir mühim olan… Çaydanlık olmaya gerek yok; ne kadar kibirli dursa da; bardağın önünde eğilir çaydanlık… Lafın büyüğünü edip büyüklenmek neyin nesi ola? Pervasızca büyük laflar edebiliyoruz birbirimize, sonra da mekânı terk edip gidiyoruz… Tesirli konuşmanın sırrı, fuzuli sözleri terk etmek hâlbuki… Efendi ve hanımefendi olanın lafı, ağaç gibidir; kökü yerde, başı gökte… Büyük lokma yiyelim, fakat büyük laf etmeyelim… Konuşabilmek başka, konuşmayı bilmek başka… Edilen laf oka benzer, nice kimseleri yaralar; nice nimetleri yok eder… Akıl-kalp tutulmasıdır, dili tutamamak… “Kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.” (Hadis-i Şerif)…

Lafın büyüğü, çoğu, maksadı aşanı, yalansız olmaz… “Eğer çok konuşmak faydalı olsaydı Allah iki ağız, bir kulak verirdi. Onun için, çok dinleyip az konuşmak gerek.” (Şems-i Tebrizi)… Selam, sevgi ve saygılarımla…



'LAFINBÜYÜĞÜ…                                                                                        ' has no comments

Be the first to comment this post!

Would you like to share your thoughts?

Your email address will not be published.